Sayfalar

18 Kasım 2014 Salı


bir şarkı tut

15 Kasım 2014 Cumartesi

ömer erdem/sivas filmi

Sivas…

Suyun şırıl şırıl inadına aktığı, geride bir yaşam efekti gibi uzayıp gittiği sahneden, yerde kanlar içerisinde kalmış ve hayat belirtisi kalmamış köpeğin (Çakır) tüylerinden başlasaydı film, Kaan Müjdeci kurguyu bu noktadan işletseydi, hiç şüphesiz bütünlük bozulmaz, geri dönüşlerle yapı yeniden başarıyla kurulabilirdi.
Eğer bir sanat eserinde kurgusal sağlamlık varsa ve bu sağlamlık senaryonun özüyle tutarlılık taşıyorsa, ondan alınacak her parça, fragmantal yükleniciliğe sahiptir ve bu gestaltyen yapı, izleyiciyi de sonuna kadar özgür bırakır. Cesaretle, yakın plan ve sinematografik atraksiyonlara dalmaksızın, aktörleri hayvanlar olan bir aksiyonu çekmek her şeyden önce kıvrak ve gelişmiş bir gözlem gerçekliği ister. Bu açıdan bakıldığında Sivas, Kaan Müjdeci marifetiyle son zamanlarda sinemamıza armağan edilmiş en gerçekçi sinema olayıdır ve buradaki gerçeklik ilkin sosyal olmaktan öte tekniktir. Işığı, zamansallıktan kopmadan kamera hareketlerinin özü kılmak için senaryonun zihinde oturması, her bir kamera hareketinin kendi niyetini dışa vurması gerekir. Nitekim filmin hemen başında, bir aracın römorkundan indirilen sandığa yönelen çocukları meraklı yüz planlarından değil, sonradan filmin yapısında temel belirleyen olacak Doğan İzci’nin kulağına ve Ayşe karakterini canlandıran kız çocuğunun kurdelesine yoğunlaştırmak bize, yönetmenin neyi hangi dokunuşla anlatacağını da gösterir.
İki yenilmişin buluşması
Fragmantal taşıyıcılık, sinemanın daha çok pazarlamacı dili olarak kullanılır dünyada. Abartılmış sahneler, ses ve görüntü efektleri, cinsel imgeler vs. vs. Doğan İzci ve filmin kahramanı köpek (Çakır) Sivas’ın gözlerini bu bağlamda düşündüğümüzde ve filmin herhangi bir bölümünden her iki canlının bakışlarını kurguladığımızda daha da anlaşılacaktır söylemek istediğim. Oyunculuk eğitimi olmayan ve amatör doğallıktan öte cevher taşımayan bir çocukla sinemada her zaman başlı başına bir marifet sayılan hayvan kullanımı düşünüldüğünde, Kaan Müjdeci’nin salt aldığı yüksek risk değil aynı zamanda niyet kadar inancı da ortaya çıkar. Sivas, doğası gereği, doğrudan içgüdüleri ile vahşi ve alabildiğine sert bir hayatın öznesi olurken, Sivas ile buluşan Aslan (bu isim sembolizasyonu da ayrıca önemlidir. Soylu bir köpek biraz daha evrim geçirse ve insana yaklaşsa aslanlaşacaktır) kendi kırgınlığı yanında iç mücadelesini onun yenilgisi ile bütünleştirerek ortadan kaldıracaktır. Aslan nasıl öğretmen tarafından prens olmaktan alıkonulmuş, Ayşe karşısında ezilmiş, 7 Cüceler’den birisi olmaya kendi isteği dışında mahkûm edilmişse, Sivas da, aynı şekilde kendi iradesi dışında boğuşmanın ortasına itilmiş ve ölüm çizgisine yaklaştırılmıştır. Filmi, başlangıç olarak ölüm sahnesini düşünmem bu sebepledir. İki yenilmişin buluşması ve bu buluşmanın fragmantal taşıyıcılık değeri.
Sivas’ın bir köyünü Kaan Müjdeci, sosyal gerçekliğe müdahale etmeden, yorumlamadan, abartmadan ve ajite etmeden mekân olarak kullanır. Daha da doğrusu, mekânı da özneleştirerek seyirciyle birleştirir. Kamerayı aradan çıkarır. Neredeyse hiç sabitlenmeyen kamera, yaşamın canlı öznesi olur. 11 yaşında, ergenliğinin eşiğinde, kişilik özellikleri ağır basan bir çocuktur Aslan. Her insanın bu dönemde uyanan kimi merak ve yönelimleri onda daha baskındır ve yenilgiye asla ayarlı değildir. Kavgada bile sonuna kadar centilmen, katışıksız insandır. Ezik ve çaresiz baba, arada kalmış anne ve yer yer akıl zaafları gösteren ağabey arasında doğanın sunduğu bir zekâ armağanı gibidir. Otorite, okul, öğretmen, muhtar ve sosyal çevre, yirmi yaşını aşmış ve yılkı zamanı gelmiş bir at, baharı bekleyen taşranın kesici derinlikleri bu çocuğun gözlerinde anlamlı ve keskin çizgiler oluşturacaktır. İsyan ile kendini koruma içgüdüsü bir ve yan yana akacaktır.
Mekânın sefilliği ve iç duyuşlar
Kaan Müjdeci, Aslan’daki şiirsel diyebileceğimiz iç uyanışlarını da yer yer kullandığı detay görüntülerle destekler. Hayvanları yemlemek için ahıra indiğinde hem mekânın sefilliği hem de küçük çocuğun bu sefillik içerisindeki iç duyuşları ustalıkla yansıtılır. At ve horoz gözleri, damlayan sular, ışığın keskinliğinde dans eden toz zerrecikleri bize hep bu duyusallığı aktarmak için sunulur. Kara lastik ayakkabılar, çamurlu yollar, alabildiğine geniş bir gerçeklik zeminine otururken, bilinçli mi yoksa bir kusur olarak görülebilecek tercih mi sayılması gereken bir eksiklik yine de göze çarpar. Sanki böylesi bir köyde, biraz daha insan görmek, kadın erkek görmek bu gerçekliği sağlamlaştırırdı. Geri dönüp oyuncu dışı insan aradığımızda, doğa çeşitliliği kadar insan çeşitliliğini göremediğimizi fark ederiz mesela. Bu mekânın canında duran esaslı bir eksiklik sanki.
Bütün bunlar bir yana şiddet ile merhametin, insandaki arkaik güdüler ile her zaman iyiliğe açık özelliklerin ustaca karşılaştırıldığı bir film Sivas. Her ne kadar, köpek boğuşturması ve bu işin meraklısı insanlar gözükse de, geride duran, insandaki şiddet damarıdır. Bir yandan zafer herkesin ortak tutkusuna dönüşürken, köpeğinin kazanmasından memnun olan Aslan, diğer köpek için üzülür, feryat eder, ‘Ayağı kırılmış, köpeğin ayağı kırılmış!’ diye bağırır.

Hayvan hakları savunucuları, değişik meslek grupları, haksız yere eleştirdiler Sivas’ı. Film neticede bir kurgudur ve kurgudaki başarı hayatla kurduğu yakın ve etkileyici temasla da ilgilidir. Biraz aşırı yorumla fevkalade politik bir film olarak da okunabilir Sivas. Rakibini yok etmenin arkaik bir yara gibi durmaksızın kanadığı bir dünyada, bu filmi gerilmeden, rahatsız olmadan izlemek de zor. Doğan İzci’nin doğal dili ve yerli yerinde, anlamlı ve çağrışımlı ünlem gibi savurduğu küfürleri insan doğasının savunma olduğu kadar düşünme refleksinin de bir sonucu. Sivas, ilk filminde yönetmen olarak beliren bir gencin, umut olarak bize armağanı. Okumak ve izlemek ise sonsuz. .. 
Alıntıdır.

2 Kasım 2014 Pazar

Azam Ali - Vas - Refuge

sağ kulağımdaki karıncalanmaları kışkırtan